Editör’den
ENDİŞEYİ (D)OKUMAK
Sanat ve edebiyat, insanlığın köklü ve güçlü ifade araçlarıdır. Bu nedenle “Söylenecek yeni bir söz kaldı mı?” sorusu, yalnızca bir merak değil aynı zamanda bir endişeyi de içinde barındırır. Eğer söylenecek yeni bir söz kalmadıysa yaratıcılığın ve ifadenin tükenişine tanıklık etmekteyiz. Ancak söylenecek yeni bir söz varsa bu sözü söyleme cesaretini kim gösterecek?
Yeni bir sanat ve edebiyat dergisi olarak bu arayışın etrafında yer almayı hedefliyoruz. Amacımız, Türk edebiyatındaki eksik kalan noktaları tamamlamak iddiası değil, kıyıya çıkmak isteyeni de köşede bekleyeni de bir araya getirmekle meşgul olmaktır.
Matbu dergicilik hızla yerini dijital dergiciliğe bırakıyor. Dijital dergicilik, edebiyat ortamındaki tanıdık yüzleri de buluşturmaya devam ediyor. Bu dergi de dijital çağın sunduğu olanaklarla hem geçmişin değerlerini yaşatmayı hem de geleceğin sesini duymayı amaçlıyor.
Türk edebiyatının en güçlü kalemleri çıktığımız bu yolda bizlere rehber oldu. Birinci sayımızda “Başlangıç” temasıyla gerçekleştirdiğimiz soruşturmada ise ilk kez kitap yayımlayan yazarların heyecanını paylaştık. Ayrıca Edip Cansever’in “Her başlangıçta yeni bir anlam vardır.” dediği gibi iddialı gençlerin anlam arayışlarına da yer verdik. Şimdiden ikinci sayıda yayımlanacak “1950 Kuşağı Öykücülüğü Özel Sayısı” çalışmalarına da başladık.
Söylenecek yeni sözler, keşfedilecek yeni sorular ve bulunacak yeni cevaplar için buradayız.
Siz de D’OKUmaya var mısınız?
D’OKU Sanat ve Edebiyat Dergisi
Öne Çıkanlar

Lirik/Çıkma
Enis Batur
Dört Lirik Dört Çıkma
Grek Mitologyasının köşetaşlarından Pandora’nın benim dünyamda kilit rolü oldu: “Erkeğim ben, bir daha doğuramam seni” hikâyesi ve öncesinden sonrasına dörtdörtlük bir düğüm olarak kadın figürü. Panofsky çiftinin kitabını nihayet yayımlama aşamasına geldim; darısı, bu bağlamda, son dönemde en çok etkileyen metnin başına: Jean-Pierre Vernant’ın konferans metni Pandora, İlk Kadın benim için 2006’dan beri başucu kitabı oldu ve kaldı. Ve‘den

Edebiyatta ve Sanatta Tanrıçalar
Asuman Kafaoğlu–Büke
“Son yıllarda da mitolojideki kadın kahramanların hikayeleri ilgimi çekmeye başladı. Tanrıçalar, kraliçeler, eşler, periler, nymphalar, doğaüstü yaratıklar, yarı-tanrılar ve hatta köle kadınların öykülerinde hem antik çağın izlerini hem de bugüne kadar süren cinsiyet rollerinin kalıplarını bulmak mümkündü. Zalim ama tutkulu, hırslı ama güvensiz, çılgın ama anaç, tutkulu ama intikamcı: bütün bu özellikleri bir arada taşıyordu Olimpos tanrıçaları. Antik çağ boyunca, insanlığın kaotik evreni anlama çabası içinde buluyoruz onların öykülerini. Ve onlar aracılığıyla daha iyi anlıyoruz insanın öfkesini, gücünü ve zaaflarını.”

Yüzyazı
Haydar Ergülen
“Yüzyazı nereden geliyor, daha doğrusu bendeki bu yüz yazmak arzusu nereden geliyor, elbette hakkında pek çok kez konuşmakla kalmayıp yazılar da yazdığım, bazı yazılarımda da andığım, şiirimizin ve denememizin ustası, o hep kalfa gibi davranmayı yeğledi bu arada, Cemal Süreya’nın 99Yüz adlı, altbaşlığı da İzdüşümler/Söz Senaryosu olan kitabından. Anlatmayacağım, hem nasıl anlatırım zaten, Türkçenin bence en güzel portre yazıları olan bu kitabı alıp okuyun lütfen. İşte ona fena halde özendim yıllarca ve onu taklit etmek üzere ben de “Yüzlerce” üstbaşlığıyla bir gazetenin haftasonu ekinde yazmaya başladım, niyetim 200 civarında yüz yazmaktı, ki “Yüzlerce”nin sayısal karşılığı da olsun! 200 değil, 100 değil, galiba 50 yazı bile olmamıştı ki daha, yol verdiler bana yüz vermediler! Yüzü bile tamamlayamadık!
Fatih Akın, Erkan Oğur, Sabahat Akkiraz, Türkan Şoray, Semih Kaplanoğlu, Ersin Salman, vb. adları yazmıştım, siyaset, sanat, kültür, edebiyat çevrelerinden. Sonra başka yazılar, kitaplar girdi araya, “Yüzlerce” yüzüstü kaldı…mı?”

Anabasis’ten
Yücel Kayıran
silerek devam ediyor başlangıçları
kör edimin sayısı
su damarından yoksun yamaç
çorak demek istemem
bir yanılsamadır zaman
çakır soluk kahverengi
geri çekilir olanak
dağdan daha büyüktür gözdağı
içerleme içerde düğümlenir

Erhan Altan çevirisiyle Bertolt Brecht
Sone no. 5: İnek tıkınmada

doğa küflenmiş,
su huzursuz
Orhan Kahyaoğlu
o kadar yavaş okudu ki,
sözcük sendeledi, dil hüsran.
Harf, gözün içine üşüştü.
hafıza kuştu, büzüştü dudak.
dile dokunup atılır ok,
çaresiz kuşun kanadını vurdu.

Cihannüma
Balázs Szőllőssy
Bir evde oturmak ki bu eve
bir daha asla gelmeyeceğini bilerek oturmak,
ilk ve son defa, on dakikalık, senin evin olabilirdi,
başka birinin evi, hemen karar verildi: kalacak
ahşap süslü tavanı, banyoyu izlemek,
her yer çamaşır tozu, boş kavanozlar,
bir kahve içmek, kavgadan kurtulmak,
sonunda gitmek, ardına bakmamak: Çukurcuma.
Macarca aslıyla birlikte.
“Şiirler”den




“Başlangıç”ın İzinde Bir Soruşturma
D’oku Sanat ve Edebiyat Dergisi, ilk sayısını “Başlangıç” temasıyla açtı. Son beş yıl içinde ilk kitabını yayımlayan on bir yazar ve şairle gerçekleştirdiğimiz bu soruşturma, edebiyatın önemli seslerini bir araya getiriyor. “Başlangıç” yalnızca bir eserle ortaya çıkma anını değil, aynı zamanda türler arası geçişleri de ifade ediyor. “İlk”lerin ardındaki anlamı ve heyecanı okurlarımızla paylaşıyor. Bu çalışma, başlangıcın sadece bir adım değil, aynı zamanda sonsuz ihtimallerin kapısı olduğunu hatırlatıyor.
Soruştuma davetimizi kabul eden tüm yazarlarımıza teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Fatma İlhan’la Röportaj
Nilay Kestevur ve Hümeyra Çalışkan, Fatma İlhan’a ilk kitabı Teyzeler ve Maymunlar‘ı sordu
“Søren Kierkegaard’a atfedilen Almanca’ya da deyim olarak geçmiş çok sevdiğim bir söz var: “Hayat ileri doğru yaşanır, geçmişe doğru anlaşılır.” Biraz buradan bakmak lazım. Karakterlerim bu sıçramaları geçmişe takılmak için değil onu anlamlandırıp doğru yere konumlandırmak ve yarınlarını daha iyi hissederek yaşamak için yapıyorlar. O yüzden ‘gökyüzüne benzeyen’ ve ‘hiçbir yere gitmeyen çocukluklarına’ atıfta bulunuyorlar. Kim bilir?”
Diğer Yazılar
Adem’İn kemİğİnden bir başlangıç hİkÂyesİ:adem’le havva
– Muhammet ÇELİK
Edebiyatın ana merkezi aşktır. Sait Faik’in de ifade ettiği gibi “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” (2021, s.25). Bu kavramı genişletip tüm aşklara nüfuz ettirmek mümkündür. Bu aşk bazen bir insana bazen bir şehre aittir. Neredeyse tüm eserlerinde aşk ve kadın temasını işleyen Tanpınar, genellikle Huzur romanı ile anılır fakat onun hikâyeleri de en az romanları kadar önemlidir. Tanpınar’ın eserlerinde aşk, bu hayatı yaşama çabasıdır. Nefes alıp verdiğinin, giyinip kuşandığının, hayatı hissedebilmenin ve bunların zevkine ulaşabilmenin bir aracıdır: “Hayatımda aşk yok. Beni yalnız o diriltebilir.” (Enginün- Kerman, 2020, s.95). Aşk, Tanpınar’da hayatın bağlantı noktası ve ilmeğidir: “Aşk, bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün hâlinde verir; zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla ârızî olan her şeyi yeneriz” (Emil, 2000, s.134). Ölümü unutturacak ve hayatı diri tutacak olan, ölümsüz olunabilecek yerdir aşk. Çünkü “dünyanın temeli sevgidir.” (Pamuk, 2008, s.50)
Tutunamayandan Tutunamayanlar’ ın Yazarına: Oğuz Atay’a Mektup
– Nİlay kEStevur
Oğuz Bey,
İstanbul’un her vakit değişen semtlerinden birinde; Selim’in, Turgut’un, Hikmet’in ve Coşkun’un malûm münzeviliği ve kederi içinde, bir nisan akşamında cama vuran yağmur damlalarının sesini işiterek ve biraz da üşüyerek yazıyorum bu satırları size -’perşembe’ günü olmadığını biliniz ve müsterih olunuz-. Mektup yazmanın sıkıntısı ve yaratmamanın sancısıyla kıvranırken kelimelerimin yetersizliğinden ve yeterince ifade edemediğim hislerden huzursuzum. Biliyorum, bu satırlar size ulaşmayacak fakat yine de yazmak bir tür tutunma çabasıdır değil mi? Yazarken, bu dünyadan, bu yalnızlıktan bir nebze de olsa sıyrılabileceğimi düşünüyor, her satırda biraz daha özgürleşiyor; bilinçaltımın derinliklerine gömülen o anlamsız boşluğu dolduracak “kelimeler” arıyorum.
Adorno’da “Angajman”dan Özerklİğe: Edebiyat ve Polİtİka
– Hümeyra Çalışkan
Adorno, özellikle Sartre’ın Edebiyat Nedir’ine bir cevap niteliği taşıyan “Angajman” adlı makalesinde en temel estetik problemlerden birini tartışır: Bu, edebiyatın bir işlevinin olup olmadığıdır. Marksist estetiğin açmazlarından biri olarak görülen edebiyatta araçsallık problemi, Sosyalist Gerçekçilik gibi edebiyattan okuyucusunu “yanlış bilinçten” arındırma işleviyle doğrudan “fayda” beklentisi içinde olan görüşleri ve en sonunda edebiyatın dünyayı değiştirme gibi büyük bir iddiaya bürünmesini doğurur. Bu düşüncenin tam karşısında ise biçimcilik (formalism), edebiyatı kendisini oluşturan tüm koşullardan kopararak sözcüklerin düzenlenişine indirger. Angajman tartışması bu iki görüş arasında edebiyatın özerk ya da angaje oluşuyla ilişkilidir. Angajman, Türkçeye “bağlılık” şeklinde çevrilen bir ifade olarak metnin hareket noktasını oluşturan politik/ düşünsel konuma işaret eder.
“Radikal”e ve “Erkİn”e Kulak Verirken: “Şİİrsel Bir Yazı Var mıdır?”
– Yasemİn Duha Meşe
Yazının Sıfır Derecesi (Le Degré Zero de l’Ecriture-1953)’nden Camera Lucida’ya (1980) kadar bütün eserlerinde döneminin hâkim iletişimsel ve kültürel formlarının bütünüyle özgün bir okumasını yapmakla birlikte eleştiri ve edebiyat kuramlarını derinden etkilemiştir. Bu bağlamda Roland Barthes bir yandan göstergebilimci olarak anılırken öte yandan Foucault, Derrida gibi postyapısalcı düşünürlerle birlikte Fransız Eleştiri Kuramının öncüleri arasında yer alır (Aydınalp, 2021, s. 206). Şiirsel Bir Yazı Var mıdır? (1953) da da tıpkı Yazarın Ölümü’nde olduğu gibi adeta mümkün olmayan yani imkansız bir dünyayı söylence eder. Daha önce yazarın ölümünü mübah sayan Barthes, şiirsel bir yazının da olamayacağını öne sürer. Özne üzerine kafa yoran Barthes’ın metni ve metnin yaratıcı gücünü sorgulaması yazılarının konusunu oluşturur. “Yazarın varlığı, dilsel yapının ve anlamlar sisteminin dışına çıkamaz. Metin anlamını kökeninden değil, kullandığı dilden alır. Bu dil yapısı, okur tarafından çözümleniyor olsa bile, okur bile burada bir özne değil, üzerine anlam yazılan bir uzamdır” (Sümbül, 2021, s. 38). Şiir ve şiirsellik söz konusu olduğunda da benzer biçimde hem klasik hem de çağdaş şaire ilişkin eleştirel yaklaşımları bulunur.
Ahmet Uluçay ile Gündüz Düşü: “Karpuz Kabuğundan Gemİler Yapmak”
– Begüm Arslan
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, bağımsız sinema hareketine önemli bir katkı sağlamıştır. Kısıtlı imkanlarla çekilen film, samimi anlatımıyla hafızalarda yer etmiştir. Belki de buna sebep olan şey, filmin Türkiye’nin adeta bir izdüşümü olmasıdır. Karmaşık bir konuya sahip olmaktan çok, anlatma odaklıdır diyebiliriz. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, kırsal Anadolu’nun gerçekçi bir tablosunu çizerek, bu coğrafyanın insanlarını beyaz perdeye taşımıştır. Filmde kültürel imgeler yer alır. Bununla birlikte bu imgelerin açıkça yer verilmesi yerine katmanlı bir şekilde filme yerleştirilmesi tercih edilmiştir. Filmdeki bu katmanlar: hayaller ve gerçeklik, çocukluk ve büyüme, köy ve şehir çatışması, sinema ve sanat şeklinde sıralanabilir. Filmdeki temalar, her yaştan ve her kesimden izleyicinin kendisinden bir şeyler bulabileceği evrensel niteliktedir.
Başlangıçların Başlangıcı: Türk MİtolojİSİnde Yaratılış
– Mustafa Bostan
Başlangıçta sonsuz bir su vardı diye başlar Altay Yaratılış Destanı. Bu destan Türk mitolojisinde yaratılışı hem dünya hem de insan ve diğer canlılar açısından ele almaktadır. Kozmogoni yani yaratılış mitleri farklı medeniyetlere göre farklı şekillerde anlatılmıştır. İbrahimî dinlerde yoktan yaratma (ex nihilo) inanışı ön plandadır. Bu mitlerde her şeyin üzerinde aşkın bir varlık olan tanrı, evreni yoktan yaratmıştır. Bundan dolayı da kendisi tek ilahî güçtür ve ortağı bulunmaz. Yoktan yaratmada tanrı bu eylemi bilinçli ve bir düzen doğrultusunda gerçekleştirmiştir. (Eliade, 2001:37-52) Ortadoğu mitlerinde kaostan varoluş ön plandadır. Başlangıçta bir düzensizlik vardır, bu düzensizlik hali düzene geçtiğinde evren oluşmuştur.
Öyküler
Bir Yaranın Yan Sokağından Kendine Doğru
Erman ŞahİN
İki yıl… İçinde sayamadığı uykusuz geceler, dinmeyen ağrılar, hep bir şeyler anlatmaya
çalıştığı insanlar, adı konamamış bir ayrılık ve kısa bir sürmüş bir rüya. Hepsini içine
sığdırmıştı.”
KAPLUMBAĞANIN HENÜZ ACELESİ YOK
Ömer Nurİ Sağlam
Saatlerce dükkânın içerisindeki kaplumbağaya baktım. Ona baktıkça ben yeniden doğuyordum. Önce kafasını sallar gibi yaptı bir an adım atacak zannettim. Ben ona baktıkça o
sanki yeniden doğuyordu. Sen gerçekten bir kaplumbağa mısın?
SUSUZ KENTİN ANAHTAR-SIZI
Muhammet Çelik
Dün ayrıldık veya bugün bilmiyorum. Bilgilerden arındırılmıştı ruhum. Süzgeçler kadar seldim artık. Alnımdaki ter düşmesin istiyordum. Sakallarıma doğru yavaş yavaş süzüldükçe keyfim kaçıyordu. Kaşlarım çat diye çatlıyor, gözlerim kıs kıs ağlamaktan kısılıyordu. Dündü veya bugün. Belki biraz önce bilmiyorum. Ama bir vakitler vardı, güzeldi.
Cam Kenarı
Doğukan Kale
Tavanı izliyorum. Koca bir çatlak var tam yukarıda. Dallı budaklı, köydeki kavak ağaçları gibi. Ama burada yaprak yok, rüzgâr yok, ses yok. Duvarın dibinde yatıyorum, öyle sessiz.
Bir ses olsa, bir hareket olsa…