1950 Kuşağı Özel Sayısı
Editör’den
Değerli okurlarımız,
Dergimizin ikinci sayısını sizlere planladığımız tarihten daha geç ulaştırdığımızın farkındayız. Ne var ki bu gecikme, yalnızca teknik ya da takvimsel bir durumdan ibaret değil. Son dönemde hepimizi içine çeken yoğun gündem, üst üste yaşanan toplumsal gelişmeler ve ardından İstanbul’da meydana gelen deprem, bu sayıyı hazırlarken durup düşünmemize, önceliklerimizi yeniden tartmamıza neden oldu. Böyle bir atmosferde yazmak, üretmek, paylaşmak; bir yandan zor, bir yandan da daha anlamlı hâle geldi. Gecikmeli de olsa sizlerle yeniden buluşabilmiş olmanın sevincini yaşıyoruz. Çünkü bu süreç, bize yalnızca durmayı değil; derin bir nefes almayı, düşünmeyi, yeniden yola çıkmayı da öğretti. Bu vesileyle sizlerle önemli bir gelişmeyi de paylaşmak istiyoruz: İlk sayımızdan bu yana aldığımız yoğun ilgi ve gösterdiğiniz kıymetli geri bildirimler doğrultusunda, içerik açısından daha dolu, kapsamlı ve nitelikli bir dergi ortaya koymak hedefiyle artık üç ayda bir yayınlanma kararı aldık.
D’oku, bundan böyle mevsimlik bir yayın olarak yılda dört kez sizlerle buluşacak. Bu yeni yayın periyoduyla birlikte her sayıyı daha kapsamlı, daha derinlikli, daha nitelikli bir içerikle sizlere sunmayı hedefliyoruz.
Zaman sözü ağırlaştırsa da biz sözü büyütmenin, dayanışmayı çoğaltmanın yollarını aramaya devam edeceğiz.
Çünkü inanıyoruz ki birlikte düşünmek, birlikte üretmek, birlikte D’okumak her zaman mümkün…
Dayanışmayla, umutla ve sözü büyüterek…
Nilay Kestevur


“Baştan beri gerçeğin herhangi bir tutanak biçiminde, basmakalıp olarak anlatılmasının karşısındaydık.”
Adnan Özyalçıner’le Söyleşi
Adnan Özyalçıner; yazın hayatı, 1950 Kuşağı ve dönemin yayıncılık ortamı hakkındaki soruları yanıtladı.

Hüzün Lâmbada Değildi
Hilmi Yavuz
Hilmi Yavuz, Mehmet Günfer Çelikman hakındaki yazısıyla “1950 Kuşağı Dosyası” için yazdı:
“Hüzün Lambada Değildi müstesna bir öyküdür. Bir Onat Kutlar olabilirdi Çelikman;– olmadı, ya da belki olmak [mı] istemedi? Kim bilir!
Şimdi burada bir soru: M. Günfer Çelikman’ın öyküsünün adı [Hüzün Lambada Değildi], “hüzün” sözcüğünün bilinçdışımla ilk temasını sağlamış olabilir [mi?] Bilinçdışımda bastırılmış ne varsa, tümünü bu sözcükle kuşatıp dışa vurmuş olabilir miyim?”

Türk Öykücülüğünde Modernist Kırılma
Jale Özata Dirlikyapan
“1950 kuşağı öykücülerinin metinlerinin anlaşılmaz, kapalı, halka uzak bulunmasının nedeni, yazarların içinde bulundukları çağın insanı olarak hissettikleri yabancılaşmayı ve parçalanmayı aktarmanın yollarını aramaları, bu yolların da içeriğe uygun bir biçimde “yabancı” ve “parçalı” oluşudur. Bazı yazarların içinde bulunduğu bu zihinsel ve psikolojik durumun önemli bir pekiştiricisi, okudukları Batılı yazarların metinleridir kuşkusuz.”

Bir Öykünün Öyküsü
Asuman Kafaoğlu-Büke
Asuman Kafaoğlu-Büke, “Yılan Uykusu” hakkında yazdı, öyküyü seslendirdi.
“Sait Faik “Yılan Uykusu”nda, “yılan” sözcüğünü bir kez bile kullanmaz, oysa öykünün yer aldığı Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabında yer alan öykülerin içinde çok kereler -15 kez – geçer “yılan.” Yılan, binlerce yıldır mitlerde ve masallarda insanı kötülüğe sürükleyen sinsilik ve şeytanlık olarak ortak bilincimize yerleşmiş bir imge. Korku ve tiksintinin yanı sıra heyecan da yaratır yılan. Bir de iyileştirici bir güç olduğu düşüncesiyle tıp fakültelerinin logosudur. Sait Faik ise yılanı uyku halinde ele alıyor öyküsünde, yani uyuyorsa insandan ve yeryüzünden uzakta yer altındadır fakat varlığının hissedilmemesi yok olduğu anlamına gelmez.”

1950 Kuşağı’ndan unutulmuş bir isim:
Mehmet Günfer Çelikman
Mehmet Günfer Çelikman, 1950 Kuşağı yazarları arasında kısa bir süre görünürlük kazanmış, ardından edebiyat sahnesinden çekilmiş önemli bir isimdir. Hem şair hem öykücü kimliğiyle tanınan Çelikman, 1964 yılında Yorum Yayınları’ndan çıkan güneşli çayır adlı şiir kitabıyla edebiyat dünyasında iz bırakmıştır.
1950 Kuşağı Soruşturması
D’oku Sanat ve Edebiyat Dergisi, ikinci sayısında yeni bir soruşturmayla 1950 Kuşağı Öykücülüğü’nden günümüze kısa bir bakış sunuyor. Bu kapsamda, Fadime Uslu ve Yunus Emre Özsaray ile öykücülük üzerine keyifli bir soruşturma gerçekleştirdik.

Fadime Uslu
“Bugünün öyküsünün geçmişten beslendiği çok açık. 1950 Kuşağı öykü sanatının kurallarını yeniden biçimledi. Öyküde anlatıcı ben, dolayısıyla ben’in dili şahsiyet kazandı. Dilin anonim tonu yerini yazar ben’in estetik, politik görüşlerinin ifadesine bıraktı. Eserleri kadar bu kuşağın beni en çok etkileyen özelliği cesur, ödünsüz tavırlarıdır.”

Yunus Emre Özsaray
“II. Yeni şairleriyle birlikte 50 kuşağı hikâyecileri Türk edebiyatının 50’lerden bugüne uzanan sürecine damga vurdular. Öyle ki bu isimler, sadece 50’lerin 60’ların değil sonraki dönemlerin de değişimlerini kaçırmadılar. Anlatıları tek bir tematik-biçimsel kalıba sıkışıp kalmadı, yaşadıkları süre boyunca anlatılarını yenileme kaygısında oldular. Kuşağın son temsilcisi Adnan Özyalçıner hâlâ hayatta, Ferit Edgü’yü henüz geçen yıl kaybettik, Demir Özlü birkaç yıl oldu. Ve bu isimler, son zamanlarına kadar da yazmaya, edebiyat ortamıyla sıkı ilişki kurmaya devam ettiler, ediyorlar, hep genç kaldılar.”
“2. Sayı”dan Çeviriler

Carol Ann Duffy’den Gonca Özmen çevirdi
Ne diye bu işi yapıyorsun, diyorum. Mecburum.
Başka çarem yok. Konuşmayın artık.
Gülüşüm aklını karıştırıyor. Ay bu ressamlar da
kendilerini pek ciddiye alıyorlar. Geceleri doyasıya şarap içip
dans ediyorum barlarda. Bittiğinde
gururla gösteriyor, bir sigara yakıyor. On iki frank
deyip şalımı alıyorum. Hiç de bana benzemiyor.

Francesco Cisternino – Ateş!
Yazarının çevirisiyle…
Amerika’nın keşfi, Avrupalıları barbarlıktan medeniyete geçiş üzerine düşünmeye zorladı; bu konu uzun süre bir kenara bırakılmış, ancak dönemin seyyah günlükleri, tarihleri ve dergileri aracılığıyla yeniden gündeme gelmişti. Örneğin, Pietro Martire D’Anghiera, okuyucularına harikulade manzaralar, egzotik hayvanlar ve medeniyetten etkilenmemiş ilkel halklar hakkında tasvirler sundu. Onun sayfalarında, Kristof Kolomb, İspanyol tacı adına hareket eden, yerlileri yamyamlık ve şiddetten kurtarıp Tanrı’nın sözünü keşfetmelerini sağlamaya çalışan bir kahraman olarak yer alıyordu.

Wolfdietrich Schnurre’den Neslihan Abalı çevirdi
Almanca aslından: “Cenaze”
Arıyorum; buluyorum: Son sayfa; tamamen tesadüf. Diğer İlanlar kısmında, minicik bir yazı:
HİÇ KİMSE TARAFINDAN SEVİLMEDİ, HİÇ KİMSE TARAFINDAN NEFRET EDİLMEDİ, BUGÜN UZUN VE GÖKSEL SABIRLA DAYANILAN ACILAR SONUNDA ÖLDÜ: TANRI.
Bitti; her şey tamam.

Sophia Jamali
Farsça aslından kendi çevirisiyle: Kaçış Yok ve İyileştirme.
“Unutma yeteneği değil
Umutlarda ve hayallerde seni arıyorum
gölgeden gölgeye
nefes nefese
seni arıyorum”
2. Sayı’dan Şiirler
Mert Tutucu
Kan Sızıyor Ağzımdan, Başım Sığmıyor Göklere
Yitik sevgim benim, sabırlı utangaçlığım,
Gözyaşımı sildiğim kan taşım
Çağa ayak uyduramayan gem vurulmaz yılkı atım
Ne zor şey ne kolay beklemek ölümü
Böyle diyorum ya, dökme öyle yüzünü, yılma, yıkılma
Can eriğim, dalından koparıldığın yerden öperim.
Levent Karataş
Süt
“Ben, ne zaman mutlu olurum?
Günümün saatleri meşgul
Eksiksiz dönem parçaları “
Deniz Schwarzald
Kop -Parç-
kalkıp hazırlan, kalk ve hazırlan, kalk lan
yarım saate ve bir aşka ihtiyacım var
renklerimi ben seçmedim. usuldum yaşamakta
yanımda hiçbir şey patlamadı. hiç binalara
yıkılmadım zengin, kaçmak zorunda değilim
kendimi güvende hissedebileceğim bir yer yok
M. Utku Yeşilöz
Dım
Hep aynı açarak büyük burgazağı
bir ucu olsun, çıkan gürültüyle dirilecek
yanıma koyulup durdukça
birkaç kere benimle
ve kesin
o çıplanmış ve
örttüm üstüme
…
uyandım.
Gül Ebrar Ataş
beş mil poúa
beş mil poúa, şairinin sesiyle.
ateşin başında doğurdum poúa’yı bir başıma
çifte telli, cilveli, kuş gibi kovuk olarak
kurdum onu yürük sütümle ipsiz sapsız adıma
suç ortağı kırkyama dibama kan davalı
dikiş-nakışta allah bizi yalvaç seçmiş salla
beş mili pîrê ninemdi et altıma ayan

Muhammet Çelik
Kuşağımdan Elli Dize Eledim
41. Bu kente de veresiye giren bir Hiçtim (Göçebe)
42. Kuşlara bakıyorum, niçin kuşlara? (Yanardağın Üstündeki Kuş)
43. Kelebek konar, arı konar, böcek konar Kuş konar uzaklaşmak için
44. Bu dünya bize gönderilen bir ceza Havva’dan.
45. Elimle alnımı sildim, alnım kupkuruydu.
46. Boş verdim artık kenti, acımı, sıkıntımı,
47. Geliyor nasıl olsa her gün dünyanın sonu. (Her Pazartesi veya Tütünler Islak[ken)
48. Seninki bitti Dost, Yaşamasız’sın sen!
49. O kadar da kötü değil canım
50. Sarışın bir günün en karası olmak.
-ELEŞTİRİ-

Gramatoloji
Koray Feyiz
Jacques Derrida, dilin bizi hayal kırıklığına uğrattığı ve aynı zamanda temel bir gerçeklik fikrine meydan okuyan oldukça ezici ve ürkütücü (bana sorarsanız) kavramı geliştiren bir Fransız filozofu.
Belki de post-yapısalcılar arasında en iyi bilinen şudur, duyguların, düşüncelerin ve fikirlerin onları ifade etmek için kullandığımız dilin dışında var olduğu fikrine felsefi bir saldırı başlatmış olmalarıdır.
Sanırım Derrida’nın kanıtı beni korkutuyor ve belki de umarım başkalarını da anlamı iletmek için dilin alternatifi olmadığı yönündeki katı gerçek yüzünden korkutuyor. Dil başarısız oluyorsa ve bizi aldatıyorsa, bu aldatmacadan kaçmak için son derece çaresiziz.

Gramofonda Çarptırılan Ses: Sahibinin Sesi’nde Plak-Gramofon-İğne ve Birey-İktidar-Eylem Üçgenler
Aytuğ Kargı
Öteki oluş, Burak’ın metinlerinde yoğun olarak kullandığı bir minör edebiyat özelliğidir. Sahibinin Sesi’nde bu durum o kadar yoğundur ki, neredeyse tüm karakterler birbirinin ötekisidir. İçinde bulundukları durumlara, görüştükleri kişilere, yaşadıkları yerlere… Bu durum Burak’ın birey-iktidar-eylem/plak-gramofon-iğne ilişkisini ne kadar iyi algıladığını gösterir.

Başkalarının Böcekleri: “Karabasan”daki Dönüşüm
Hümeyra Çalışkan
Dönüşüm’de böcek-oluş önce işten sonra babanın otoritesinden bir kaçıştır. Böcek olmak Gregor istemese bile onu işten kurtarır. Gregor’un hayali “patronun kürsüden düşmesi”yse de ancak böcek olduktan sonra kovulmayı başarabilmiştir. “Karabasan” da ise durum farklıdır: Böceği görmek, böcek olmaktan daha aktif bir tutumu, onca zamandır düşlenen şeyi yapmayı sağlar.

Tutulacak Bir Yanı Olmalı Şu Dünyanın
Mehmet Öner
1950 Kuşağı öykücüleri arasında özgün bir konuma sahip olan Feyyaz Kayacan gerek yöneldiği edebi akımlar gerekse yaşamını derinden etkileyen savaşın neden olduğu ruhsal ve toplumsal kırılmalarla edebi kimliğini şekillendirmiştir. Kendine has dili ve Batılı dünya görüşüyle yaratıcı bir anlatım tarzı geliştiren yazar, eserlerinde bireyin şuurunu merkeze almıştır.

Kabuğu Mekânla Kırmak
Nilay Kestevur
1950 kuşağı yazarları, evin dört duvarını aşarak mekânı insan ruhunun aynası hâline getirir. Ev; sığınılan değil, sorgulanan bir mekâna dönüşür. Karakterlerin evle kurdukları ilişkiler, çoğu zaman onları mevcut yaşam biçimlerinin sınırlarını aşmaya ve kendi kabuklarını kırarak yeni bir varoluş zemini aramaya iter. Bu durum, bireyin hem içsel hem de toplumsal normlara karşı geliştirdiği bir başkaldırı olarak okunabilir.
“Öyküler”den
Zelal Dicle Baz
Başkasının Hikâyesi
Süreyyapaşa’da indiğinde, Mcdonalds’ın Burger King’in içleri öbek öbek doluydu. Sturbucks’taki masalar da. Karşıya, denize doğru yürüdükçe ortalık karardı. Kenardaki bir banka çöktü. Deniz de karanlıktı. Kıyı boyu uzaklaşan yıldızlı şehir şeritlerini seyretti. Üç adadan büyük olanı iyice parlak, berikiler serpilmiş bir dizi evin ışığından ibaretti
Ali Apaydın
Kahraman Bekleyici Çocuklar
“Yetişemezsem yıldızları göremeyecek. Mutlaka yetişmeliyim” diye düşünüyordum. Hemen ayağa kalkıp tekrar koşuyordum, daha bir hızlı koşuyordum. Yetişebilirdim; bir hamlede her şeyden arınabilirdi zaman. Zaten kuşkum yoktu yetişeceğimden. Yetişecektim
Yasemin Duhâ Meşe
Makbuş
Sayıklar gibi öğrenmişti yaşamayı. Uyu, uyan. Aynı döngü. Sıkılgan. Babasının biçtiği hayat gömleği üzerine iki beden bol olmuştu da sesini çıkaramamıştı.
Şimdilerde elli altı yaşındaydı. Bundan otuz yıl evvel başına geleceklerden habersiz beyazını giymiş, çiçeğini eline almıştı. Kocaman rengarenk bir şakayık buketiyle 85 model Broadway’in içindeki esmer, bıyıklı iri yarı adama doğru yürümüştü. Düğün günü yanında babası, dedesi, Murat, Deniz ve Oktay vardı. Üç erkek kardeş, baba, dede. Doğduğundan beri etrafını çevreleyen sımsıkı çakılı çiviler misali adamlar.
Öne Çıkanlar

Lirik/Çıkma
Enis Batur
Dört Lirik Dört Çıkma
Grek Mitologyasının köşetaşlarından Pandora’nın benim dünyamda kilit rolü oldu: “Erkeğim ben, bir daha doğuramam seni” hikâyesi ve öncesinden sonrasına dörtdörtlük bir düğüm olarak kadın figürü. Panofsky çiftinin kitabını nihayet yayımlama aşamasına geldim; darısı, bu bağlamda, son dönemde en çok etkileyen metnin başına: Jean-Pierre Vernant’ın konferans metni Pandora, İlk Kadın benim için 2006’dan beri başucu kitabı oldu ve kaldı. Ve‘den

Edebiyatta ve Sanatta Tanrıçalar
Asuman Kafaoğlu–Büke
“Son yıllarda da mitolojideki kadın kahramanların hikayeleri ilgimi çekmeye başladı. Tanrıçalar, kraliçeler, eşler, periler, nymphalar, doğaüstü yaratıklar, yarı-tanrılar ve hatta köle kadınların öykülerinde hem antik çağın izlerini hem de bugüne kadar süren cinsiyet rollerinin kalıplarını bulmak mümkündü. Zalim ama tutkulu, hırslı ama güvensiz, çılgın ama anaç, tutkulu ama intikamcı: bütün bu özellikleri bir arada taşıyordu Olimpos tanrıçaları. Antik çağ boyunca, insanlığın kaotik evreni anlama çabası içinde buluyoruz onların öykülerini. Ve onlar aracılığıyla daha iyi anlıyoruz insanın öfkesini, gücünü ve zaaflarını.”

Yüzyazı
Haydar Ergülen
“Yüzyazı nereden geliyor, daha doğrusu bendeki bu yüz yazmak arzusu nereden geliyor, elbette hakkında pek çok kez konuşmakla kalmayıp yazılar da yazdığım, bazı yazılarımda da andığım, şiirimizin ve denememizin ustası, o hep kalfa gibi davranmayı yeğledi bu arada, Cemal Süreya’nın 99Yüz adlı, altbaşlığı da İzdüşümler/Söz Senaryosu olan kitabından. Anlatmayacağım, hem nasıl anlatırım zaten, Türkçenin bence en güzel portre yazıları olan bu kitabı alıp okuyun lütfen. İşte ona fena halde özendim yıllarca ve onu taklit etmek üzere ben de “Yüzlerce” üstbaşlığıyla bir gazetenin haftasonu ekinde yazmaya başladım, niyetim 200 civarında yüz yazmaktı, ki “Yüzlerce”nin sayısal karşılığı da olsun! 200 değil, 100 değil, galiba 50 yazı bile olmamıştı ki daha, yol verdiler bana yüz vermediler! Yüzü bile tamamlayamadık!
Fatih Akın, Erkan Oğur, Sabahat Akkiraz, Türkan Şoray, Semih Kaplanoğlu, Ersin Salman, vb. adları yazmıştım, siyaset, sanat, kültür, edebiyat çevrelerinden. Sonra başka yazılar, kitaplar girdi araya, “Yüzlerce” yüzüstü kaldı…mı?”

Anabasis’ten
Yücel Kayıran
silerek devam ediyor başlangıçları
kör edimin sayısı
su damarından yoksun yamaç
çorak demek istemem
bir yanılsamadır zaman
çakır soluk kahverengi
geri çekilir olanak
dağdan daha büyüktür gözdağı
içerleme içerde düğümlenir

Erhan Altan çevirisiyle Bertolt Brecht
Sone no. 5: İnek tıkınmada

doğa küflenmiş,
su huzursuz
Orhan Kahyaoğlu
o kadar yavaş okudu ki,
sözcük sendeledi, dil hüsran.
Harf, gözün içine üşüştü.
hafıza kuştu, büzüştü dudak.
dile dokunup atılır ok,
çaresiz kuşun kanadını vurdu.

Cihannüma
Balázs Szőllőssy
Bir evde oturmak ki bu eve
bir daha asla gelmeyeceğini bilerek oturmak,
ilk ve son defa, on dakikalık, senin evin olabilirdi,
başka birinin evi, hemen karar verildi: kalacak
ahşap süslü tavanı, banyoyu izlemek,
her yer çamaşır tozu, boş kavanozlar,
bir kahve içmek, kavgadan kurtulmak,
sonunda gitmek, ardına bakmamak: Çukurcuma.
Macarca aslıyla birlikte.
“Şiirler”den




“Başlangıç”ın İzinde Bir Soruşturma
D’oku Sanat ve Edebiyat Dergisi, ilk sayısını “Başlangıç” temasıyla açtı. Son beş yıl içinde ilk kitabını yayımlayan on bir yazar ve şairle gerçekleştirdiğimiz bu soruşturma, edebiyatın önemli seslerini bir araya getiriyor. “Başlangıç” yalnızca bir eserle ortaya çıkma anını değil, aynı zamanda türler arası geçişleri de ifade ediyor. “İlk”lerin ardındaki anlamı ve heyecanı okurlarımızla paylaşıyor. Bu çalışma, başlangıcın sadece bir adım değil, aynı zamanda sonsuz ihtimallerin kapısı olduğunu hatırlatıyor.
Soruştuma davetimizi kabul eden tüm yazarlarımıza teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Fatma İlhan’la Röportaj
Nilay Kestevur ve Hümeyra Çalışkan, Fatma İlhan’a ilk kitabı Teyzeler ve Maymunlar‘ı sordu
“Søren Kierkegaard’a atfedilen Almanca’ya da deyim olarak geçmiş çok sevdiğim bir söz var: “Hayat ileri doğru yaşanır, geçmişe doğru anlaşılır.” Biraz buradan bakmak lazım. Karakterlerim bu sıçramaları geçmişe takılmak için değil onu anlamlandırıp doğru yere konumlandırmak ve yarınlarını daha iyi hissederek yaşamak için yapıyorlar. O yüzden ‘gökyüzüne benzeyen’ ve ‘hiçbir yere gitmeyen çocukluklarına’ atıfta bulunuyorlar. Kim bilir?”
Diğer Yazılar
Adem’İn kemİğİnden bir başlangıç hİkÂyesİ:adem’le havva
– Muhammet ÇELİK
Edebiyatın ana merkezi aşktır. Sait Faik’in de ifade ettiği gibi “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” (2021, s.25). Bu kavramı genişletip tüm aşklara nüfuz ettirmek mümkündür. Bu aşk bazen bir insana bazen bir şehre aittir. Neredeyse tüm eserlerinde aşk ve kadın temasını işleyen Tanpınar, genellikle Huzur romanı ile anılır fakat onun hikâyeleri de en az romanları kadar önemlidir. Tanpınar’ın eserlerinde aşk, bu hayatı yaşama çabasıdır. Nefes alıp verdiğinin, giyinip kuşandığının, hayatı hissedebilmenin ve bunların zevkine ulaşabilmenin bir aracıdır: “Hayatımda aşk yok. Beni yalnız o diriltebilir.” (Enginün- Kerman, 2020, s.95). Aşk, Tanpınar’da hayatın bağlantı noktası ve ilmeğidir: “Aşk, bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün hâlinde verir; zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla ârızî olan her şeyi yeneriz” (Emil, 2000, s.134). Ölümü unutturacak ve hayatı diri tutacak olan, ölümsüz olunabilecek yerdir aşk. Çünkü “dünyanın temeli sevgidir.” (Pamuk, 2008, s.50)
Tutunamayandan Tutunamayanlar’ ın Yazarına: Oğuz Atay’a Mektup
– Nİlay kEStevur
Oğuz Bey,
İstanbul’un her vakit değişen semtlerinden birinde; Selim’in, Turgut’un, Hikmet’in ve Coşkun’un malûm münzeviliği ve kederi içinde, bir nisan akşamında cama vuran yağmur damlalarının sesini işiterek ve biraz da üşüyerek yazıyorum bu satırları size -’perşembe’ günü olmadığını biliniz ve müsterih olunuz-. Mektup yazmanın sıkıntısı ve yaratmamanın sancısıyla kıvranırken kelimelerimin yetersizliğinden ve yeterince ifade edemediğim hislerden huzursuzum. Biliyorum, bu satırlar size ulaşmayacak fakat yine de yazmak bir tür tutunma çabasıdır değil mi? Yazarken, bu dünyadan, bu yalnızlıktan bir nebze de olsa sıyrılabileceğimi düşünüyor, her satırda biraz daha özgürleşiyor; bilinçaltımın derinliklerine gömülen o anlamsız boşluğu dolduracak “kelimeler” arıyorum.
Adorno’da “Angajman”dan Özerklİğe: Edebiyat ve Polİtİka
– Hümeyra Çalışkan
Adorno, özellikle Sartre’ın Edebiyat Nedir’ine bir cevap niteliği taşıyan “Angajman” adlı makalesinde en temel estetik problemlerden birini tartışır: Bu, edebiyatın bir işlevinin olup olmadığıdır. Marksist estetiğin açmazlarından biri olarak görülen edebiyatta araçsallık problemi, Sosyalist Gerçekçilik gibi edebiyattan okuyucusunu “yanlış bilinçten” arındırma işleviyle doğrudan “fayda” beklentisi içinde olan görüşleri ve en sonunda edebiyatın dünyayı değiştirme gibi büyük bir iddiaya bürünmesini doğurur. Bu düşüncenin tam karşısında ise biçimcilik (formalism), edebiyatı kendisini oluşturan tüm koşullardan kopararak sözcüklerin düzenlenişine indirger. Angajman tartışması bu iki görüş arasında edebiyatın özerk ya da angaje oluşuyla ilişkilidir. Angajman, Türkçeye “bağlılık” şeklinde çevrilen bir ifade olarak metnin hareket noktasını oluşturan politik/ düşünsel konuma işaret eder.
“Radikal”e ve “Erkİn”e Kulak Verirken: “Şİİrsel Bir Yazı Var mıdır?”
– Yasemİn Duha Meşe
Yazının Sıfır Derecesi (Le Degré Zero de l’Ecriture-1953)’nden Camera Lucida’ya (1980) kadar bütün eserlerinde döneminin hâkim iletişimsel ve kültürel formlarının bütünüyle özgün bir okumasını yapmakla birlikte eleştiri ve edebiyat kuramlarını derinden etkilemiştir. Bu bağlamda Roland Barthes bir yandan göstergebilimci olarak anılırken öte yandan Foucault, Derrida gibi postyapısalcı düşünürlerle birlikte Fransız Eleştiri Kuramının öncüleri arasında yer alır (Aydınalp, 2021, s. 206). Şiirsel Bir Yazı Var mıdır? (1953) da da tıpkı Yazarın Ölümü’nde olduğu gibi adeta mümkün olmayan yani imkansız bir dünyayı söylence eder. Daha önce yazarın ölümünü mübah sayan Barthes, şiirsel bir yazının da olamayacağını öne sürer. Özne üzerine kafa yoran Barthes’ın metni ve metnin yaratıcı gücünü sorgulaması yazılarının konusunu oluşturur. “Yazarın varlığı, dilsel yapının ve anlamlar sisteminin dışına çıkamaz. Metin anlamını kökeninden değil, kullandığı dilden alır. Bu dil yapısı, okur tarafından çözümleniyor olsa bile, okur bile burada bir özne değil, üzerine anlam yazılan bir uzamdır” (Sümbül, 2021, s. 38). Şiir ve şiirsellik söz konusu olduğunda da benzer biçimde hem klasik hem de çağdaş şaire ilişkin eleştirel yaklaşımları bulunur.
Ahmet Uluçay ile Gündüz Düşü: “Karpuz Kabuğundan Gemİler Yapmak”
– Begüm Arslan
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, bağımsız sinema hareketine önemli bir katkı sağlamıştır. Kısıtlı imkanlarla çekilen film, samimi anlatımıyla hafızalarda yer etmiştir. Belki de buna sebep olan şey, filmin Türkiye’nin adeta bir izdüşümü olmasıdır. Karmaşık bir konuya sahip olmaktan çok, anlatma odaklıdır diyebiliriz. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, kırsal Anadolu’nun gerçekçi bir tablosunu çizerek, bu coğrafyanın insanlarını beyaz perdeye taşımıştır. Filmde kültürel imgeler yer alır. Bununla birlikte bu imgelerin açıkça yer verilmesi yerine katmanlı bir şekilde filme yerleştirilmesi tercih edilmiştir. Filmdeki bu katmanlar: hayaller ve gerçeklik, çocukluk ve büyüme, köy ve şehir çatışması, sinema ve sanat şeklinde sıralanabilir. Filmdeki temalar, her yaştan ve her kesimden izleyicinin kendisinden bir şeyler bulabileceği evrensel niteliktedir.
Başlangıçların Başlangıcı: Türk MİtolojİSİnde Yaratılış
– Mustafa Bostan
Başlangıçta sonsuz bir su vardı diye başlar Altay Yaratılış Destanı. Bu destan Türk mitolojisinde yaratılışı hem dünya hem de insan ve diğer canlılar açısından ele almaktadır. Kozmogoni yani yaratılış mitleri farklı medeniyetlere göre farklı şekillerde anlatılmıştır. İbrahimî dinlerde yoktan yaratma (ex nihilo) inanışı ön plandadır. Bu mitlerde her şeyin üzerinde aşkın bir varlık olan tanrı, evreni yoktan yaratmıştır. Bundan dolayı da kendisi tek ilahî güçtür ve ortağı bulunmaz. Yoktan yaratmada tanrı bu eylemi bilinçli ve bir düzen doğrultusunda gerçekleştirmiştir. (Eliade, 2001:37-52) Ortadoğu mitlerinde kaostan varoluş ön plandadır. Başlangıçta bir düzensizlik vardır, bu düzensizlik hali düzene geçtiğinde evren oluşmuştur.
Öyküler
Bir Yaranın Yan Sokağından Kendine Doğru
Erman ŞahİN
İki yıl… İçinde sayamadığı uykusuz geceler, dinmeyen ağrılar, hep bir şeyler anlatmaya
çalıştığı insanlar, adı konamamış bir ayrılık ve kısa bir sürmüş bir rüya. Hepsini içine
sığdırmıştı.”
KAPLUMBAĞANIN HENÜZ ACELESİ YOK
Ömer Nurİ Sağlam
Saatlerce dükkânın içerisindeki kaplumbağaya baktım. Ona baktıkça ben yeniden doğuyordum. Önce kafasını sallar gibi yaptı bir an adım atacak zannettim. Ben ona baktıkça o
sanki yeniden doğuyordu. Sen gerçekten bir kaplumbağa mısın?
SUSUZ KENTİN ANAHTAR-SIZI
Muhammet Çelik
Dün ayrıldık veya bugün bilmiyorum. Bilgilerden arındırılmıştı ruhum. Süzgeçler kadar seldim artık. Alnımdaki ter düşmesin istiyordum. Sakallarıma doğru yavaş yavaş süzüldükçe keyfim kaçıyordu. Kaşlarım çat diye çatlıyor, gözlerim kıs kıs ağlamaktan kısılıyordu. Dündü veya bugün. Belki biraz önce bilmiyorum. Ama bir vakitler vardı, güzeldi.
Cam Kenarı
Doğukan Kale
Tavanı izliyorum. Koca bir çatlak var tam yukarıda. Dallı budaklı, köydeki kavak ağaçları gibi. Ama burada yaprak yok, rüzgâr yok, ses yok. Duvarın dibinde yatıyorum, öyle sessiz.
Bir ses olsa, bir hareket olsa…
DERGİ EKİBİ
Nilay Kestevur
Yayın Kurulu/
ELEŞTİRİ EDİTÖRÜ
Muhammet Çelik
YAYIN KURULU/
SANAT Edİtörü
Yasemin Duha Meşe
Yayın KURULU/
yAZI İŞLERİ sORUMLUSU
Hümeyra Çalışkan
yayın KURULU/
ELEŞTİRİ EDİTÖRÜ
Mehmet Öner
SANAT EdİtörÜ
© 2025 D'OKU . Created for free using WordPress and Kubio